Formula 1′in son yıllarında gördüğü en önemli yeteneklerden biri olan Lewis Hamilton, bu hafta yapılan Monaco GP’si ile birlikte farklı kişilerde farklı tepkilerin oluşmasına neden oldu. Onu sevenler ve yarışçı kimliğine hayran olanlar, bir şekilde onu haklı görecek sebepleri bulmakta imtina etmezlerken, aynı bonkörlüğü, onu sevmeyenler de, bir şekilde onu haksız görecek sebepleri bulmada göstermeyi başardılar. Çok zıt iki kutba ayrılmış gibi görünen Lewis Hamilton gerçeğinde, her iki kampta da bu duruma nasıl gelindiğini kavramak aslında her çok zor değil. Bunun için Monaco GP’sinden önce 2007 yılına gitmemiz gerekiyor.
Ron Dennis’in, küçüklüğünden beri kariyerine yatırım yaptığı ve planlanandan daha erken bir şekilde Formula 1′de koltuk verdiği Lewis Hamilton, çaylak sezonu 2007′de takım arkadaşı çifte dünya şampiyonu Fernando Alonso’yla dişe diş mücadele edip şampiyonluğu da son yarışta kaçırınca, tıpkı Jacques Villeneuve’da olduğu gibi kendine bir hayran kitlesi yaratmayı başardı. F1′deki ilk sezonunda, kendisinden çok çok deneyimli olan ve birçoklarınca F1′in en iyi pilotu olarak gösterilen Alonso’ya karşı önemli bir üstünlük kurması, F1′i az buçuk takip edenlerin bile ilgisini çekti. Dolayısıyla, Formula 1 izleyicisinden ziyade Lewis Hamilton izleyicisi olan bir kitle meydana geldi. Her etkinin, kendine eşit ve zıt yönlü bir tepki oluşturması hasebiyle, Lewis Hamilton’a karşı da benzer bir kitle oluştu. Bir taraf, mevcut birçok F1 pilotunda eksik olan yarışçı kimliği ve hırsını Hamilton’da bulmaktan çok çok memnunken, diğer taraf, Hamilton’ın, F1′e başlarken diğer iyi sürücülerin geçtiği dikenli yollardan geçmeyip doğruca McLaren gibi hızlı bir takımda yer almasının onun gerçek hızını görmemize engel olduğu ve Villeneuve gibi tek atımlık barutu olduğu yönünde hemfikirdi.
Açıkçası kısa Hamilton tarihinin bize öğrettiği bir şey var ki, o da İngiliz pilotun asla ve asla tek atımlık bir barut olmadığıdır. 2009 yılında, gridin büyük bölümünden daha yavaş olan bir araçla da kalitesini ve hızını göstermeyi başararak bir anlamda, ikinci grubun tezini çürütecek önemli kanıtları biz Formula 1 severlere sunmayı başardı. Keşke Hamilton’la ilgili hikâye burada bitseydi ve biz onu, Formula 1′in görüp göreceği belki de en büyük pilotlardan biri olarak hatırlayabilseydik. Ne yazık ki Hamilton’ın başarı öyküsü, onu tartışmalı birçok konunun içine de sürüklemeyi belki de zorunlu kıldı. Birçok başarılı pilot da olduğu gibi.
Hamilton’la ilgili olarak aklıma ilk gelen “tartışmalı” konu 2007 Macaristan GP’sidir. Sıralama turlarında Fernando Alonso’nun onu engellemesi ve bu sebeple Q3′te son turu atamayıp polü Alonso’ya kaptırması, hâlâ gün gibi aklımda. Alonso’nun bu kez sınırı aştığını düşünmüş ve aynı yıl Monaco’da yaşananlardan sonra Hamilton’ın, ikinci kez haksızlığa uğradığını sanmıştım. Ancak daha sonra, Alonso’nun bu hareketinin, aslında Hamilton’ın bir takım emrine uymamasından kaynaklandığını öğrendiğimde, onunla ilgili de ilk şüphelerim oluşmaya başladı: Hamilton, göründüğü ve kendini göstermeye çalıştığı gibi dürüst biri değil miydi yoksa? McLaren, o sezon Hamilton’ın şampiyonluk için savaş veremeyeceğini düşündüğü için (belki), Monaco GP’sinde Alonso’nun kazanması için takım taktiğini değiştirmiş ve belki de Hamilton’ın, o yarışı kazanmasını engellemişti. Ancak daha sonra Kanada ve ABD GP’leriyle birlikte Hamilton liderliğe yerleşince, rüzgâr birdenbire İngiliz takımın İngiliz sürücüsü Hamilton’a dönmüştü. Macaristan GP’sinin sıralama turlarında Hamilton’ın, takım emrine uymamasındaki alt metin de, Hamilton’ın şampiyonluğa tamamen inanmış olmasıydı. Daha sonra casusluk skandalına kadar uzanan ve son yarışta Alonso’nun, McLaren’in eşit davranmayabileceğine dair şüpheleri nedeniyle FiA’nin McLaren’e bir gözlemci atamasına kadar varan süreçte Hamilton, yavaş yavaş kendi takımını kurmaya başladı. Bu özgüven, Hamilton’ın en büyük kazancı olurken, aynı zamanda onu hırpalayan en önemli zayıf noktası da olmaya adaydı.
Dünya şampiyonluğunu son turun son metrelerinde kazandığı 2008 sezonunda, Hamilton’la diğer sürücüler arasında bazı sürtüşmeler ve laf atışmalar çıkmaya başladı. Geriden başladığı Monza GP’sindeki sürüşü, birçok sürücü tarafından çok sıkı bir şekilde eleştirilen Hamilton, Çin GP’sinin basın toplantısında koltuğunda büyük bir yalnızlıkla oturuyor ve bunların hiçbirini kabul etmiyordu. Aynı yıl Belçika’daki yarışta, Kimi’nin onu yenecek kadar taşaklı olmadığını söylüyor ve Kubica, onun bunu söylediğine inanamayıp, “Gerçekten böyle mi dedi? Biz sürücülerin birbirimize saygısı olması gerek,” diyordu. Lewis Hamilton’ın, pist üstündeyken yenilgiyi asla kabul etmeyen tarzı ve daima en iyi olduğunu ispatlama arzusu, onu sevenler tarafından onun baş tacı edilmesini sağlarken, bir taraftan da Raikkonen’in F1′den ayrılmasıyla yıldız eksikliği yaşayan Formula 1′in yıldızlı tercihi hâline geldi. Formula 1 izlemeye, Lewis Hamilton’dan sonra başlayanların sayısının asla ve asla gözardı edilemeyecek kadar yüksek olduğunu unutmamak gerekiyor. Bir proje olarak yetiştirilen Lewis Hamilton, bu payeyi sonuna kadar hak edecek yarışçı kabiliyetine elbette sahip, ancak özgüvenden megalomaniye varan tavrı, ona olmayacak şeyler yaptırıp/söyletiyor ve bu da Hamilton’ı, sürekli özür dileyen/hatalarından ders aldığını dile getiren pilotlardan biri hâline getiriyor.
Hamilton’ın kariyerindeki belki de en düşük nokta, şampiyonluğu kazandıktan sonraki sezon, hızlı bir araca sahip olmadığını fark ettiği 2009 yılının ilk yarışı oldu. Beklenmedik podyum sonucunu elden kaçırmamak için, Dave Ryan’ın yönlendirmesiyle hakemlere yalan söylemesi ve ardından sesinin titrediği bir basın toplantısında herkesten özür dilemesi, kısa kariyerinde yaşadığı en derin utançtı. Körü körüne ona hayran olan taraftarları, özür dilediği için onun ne kadar büyük bir iş başardığından dem vururken, neden yalan söylediği üzerinden düşünmeye fazla vakit harcamadılar. Diğer tarafta ondan nefret edenler ise, onun sadece yalan söylemiş olduğu gerçeğine odaklanıp, bir takım oyuncusu olmak gayretiyle yalana boğun eğmek zorunda kaldığı gerçeğini görmek istemediler. Her iki bakış açısı da, hem Hamilton hem adalet açısından oldukça sağlıksız bir yere götürdü onları. Hamilton da bu büyük enerjinin arasında kaldıkça sıkıştı ve yaptığı her hatadan sonra özür dileyerek bundan sıyrılabiliyor olmasını, kötü bir kalkan olarak kullandı. Arkasındaki büyük taraftar ve medya desteğiyle, yeni bir Senna üretilmesine duyulan müthiş özlemin onda yansıma bulmasıyla, pist üzerindeki en iyi pilot olduğu konusunda tartışmasız bir inanca kapıldı. 2011 Monaco GP’sine kadar uzanan bu süreçte Hamilton’ın özgüveni, narsistik bir paydada vücut buldu: Artık sadece o vardı ve birisi onu geçiyorsa, bunun sebebi sadece ve sadece arabasının yeteri kadar hızlı olmamasıydı.
2009 yılıyla başlayan bu inanç, Hamilton’ın birçok kez, “Ben elimden geleni yaptım, ama bu arabayla bu kadar,” söylemine yaslanmasına sebep oldu. Her yarış sonrasında otomatik bir PR robotu olarak, takımın “fantastik” bir iş çıkardığını söylemesinin yanı sıra, kendisinin tek ve mutlak gerçek olduğuna dair yaptığı göndermeler, ben eminim McLaren takımını oluşturan personeli olumsuz bir şekilde etkilemiştir. 2010 sezonu boyunca, sürekli ve sürekli Red Bull’un ne kadar hızlı olduğuna dair yaptığı göndermeler, bu anlamda değerlendirildiğinde sadece McLaren takımına karşı yapılan üstü örtük bir suçlama değil, aynı zamanda rakibinin emeği ve hızına da yapılan bir hakaret olarak algılanabilir zira aynı Hamilton, F1 kariyerine küçük bir takımda stajyer olarak başlayıp merdivenleri sırayla çıkan Senna, Schumacher, Hakkinen, Alonso, Raikkonen ve Vettel’in aksine doğrudan, gridin en iyi motoruna ve dayanıklılığına sahip bir takımda başlamanın avantajını kullandı. Ama bu durum, Hamilton’ın başarısı ya da yeteneğiyle doğrudan ilgisinin olmadığı gibi, onun suçu da değil; tıpkı Red Bull’un hızlı bir araç olmasının, Vettel’in bir suçu olmaması gibi. Bir önceki hafta İspanya GP’si tamamlandığında, podyuma çıkmadan önce sürücülerin su içip hazırlandıkları odada yarışı tartışırlarken, Hamilton’ın çıkıp Vettel’e, “Acayip bir yere basma gücünüz var,” demesinin, o anda yarış kazanmış meslektaşının başarısını bu denli küçültmesi, ne yakışıklı bir hareket ne de âdil bir hareket. Bir terslik olsaydı da yarışı Hamilton kazansaydı ve Vettel çıkıp, “Senin aracın da sert lastiklerle daha hızlıydı,” deseydi ne farkı olurdu? Hamilton ne hissederdi? Formula 1′i hepimiz biliyoruz. İyi bir aracınız yoksa, yarış kazanmanız mümkün değil. Peki, Red Bull’un son üç sezondur en hızlı araç olduğunu artık voleybol izleyicisinin bile bildiği şu ortamda, Hamilton’ın neredeyse her yarışta Red Bull’un avantajından bahsetmesinin anlamı ne? Monaco GP’sinin sıralama turları sonrasında Hamilton’ın verdiği şu röportaja bakın:
Burada sollama yapamıyorsunuz, elimden geleni yapacağım. Pes etmeyeceğim, ama yarışı kazanma şansım yok. Sebastian elini kolunu sallayarak kazanacak, ama işte yarış bu.
Buradaki rahatsızlığı görebiliyor musunuz? Hamilton, kendisinin kazanma şansı yoksa başka birisinin Vettel’i tehdit edebileceğini düşünmüyor bile (ki yarış, bu düşüncesinde ne kadar yanıldığını da ortaya koydu)! Takım arkadaşına ya da diğer pilotlara yaptığı bu saygısız çıkış, bu kendinden başkasını görmeyen yüce dağ retoriği, yarıştan önce, “Vettel’le sadece ben baş edebiliyorum ve bunu da onun sahip olduğundan daha yavaş bir araçla yapıyorum,” söyleminde de kendini hissettiriyor. Tüyünü de, yarışta yaptıkları ve yarıştan sonra söyledikleriyle koyuyor. Ne yazık ki benim için de Hamilton efsanesi(!) bu noktada bitiyor. Hakemlerin kendisini sürekli olarak cezalandırmasına yönelik yaptığı aptal ırkçı şakayı, çocukluğuna ve şiştikçe şişen Amerikalı tavrına bağlıyorum. Dolayısıyla, çok önemli bir mesele olsa da, diğer söylediklerinin yanında esamesini bile okuyamıyorum. Yan yana yarıştığı ve aynı ölüme aynı meydanı okuyan meslektaşlarına karşı takındığı bu megalomanik ve tepeden bakmacı tavır, diğerinin yanında devede kulak kalıyor. Haksız olduğu kadar yersiz de. Leows virajında Massa’ya yaptığı ataktan sonra, telsizden doğrudan Massa’yı suçlayıcı sözler etmesi, yarış sonrasında, “Bu sürücüler kesinlikle rezalet, aptalca,” derken ne yaptığının farkında bile olmaması, sonra da Twitter hesabından ucuz bir özürle olayı geçiştirip, sözlerini -sözde- geri alması, Hamilton’ın şu âna kadar pist üzerinde yaptığı her şeyi benim gözümde silmesine yetti de arttı bile.
Her yaptığı saçmalıktan sonra özür dilemeyi kendine âdet edinen Hamilton, ne yazık ki taraftarlarının ona körü körüne bağlanmaları nedeniyle belki ne yaptığının gerçekten farkına varamıyor. Futboldan devşirdiğimiz bu fanatiklik heyecanı, ne yazık ki gözleri kör ediyor ve adaletle nesnelliği bir fiskeyle deviriveriyor. “Özür diledi işte, daha ne yapsın!” düzleminde hâlâ onu savunmaya çalışan insanların, özür denilen makamın, aslında bir pişmanlık olduğunu ve o eyleme bir daha yeltenmeyeceğinin sözü olarak başvurulduğunu anlamaları gerekiyor. Bu kadar çok özür dileyen bir insan, aslında gerçekten özür dilemiyor demektir. Hamilton bir prosedürü uyguluyor. Dolayısıyla bu saygısızlık, ondaki bu narsizm zırhının bir yansıması olarak ortaya çıkıyor. Özür, onun için siyasi bir doğruculuk, bir politik gereklilik. Senna’nın, arabasından atlayıp, kaza yapan sürücüye yardım edişi ya da sürücü toplantılarında aktif bir şekilde güvenlik için yaptığı mücadeleler, hakkını arayan kimliğinin yanında Hamilton’ın bu ucuz ve imal edilmiş megalomanisinin gözümde hiçbir değeri yok artık. Bu saatten sonra en iyi pilot olduğunu istediği kadar ispatlasın, onu güneş gözlüğünden görünmeyen bakışları ve ince sakalıyla, “Belki de siyahım diyedir!” derkenki sırıtışıyla hatırlayacağım. Bu öz beni daha çok ilgilendiriyor. Hamilton’da olmayan bir [s]öz.
Ali Ünal
Bir yanıt yazın